Raw Vegan nedir?

by - Mart 17, 2015


İlk olarak yaşayan canlı besinlerin neler olduğunu tanımlayalım. Yaşayan canlı besinler, Güneşle büyümüş, yani içinde gerçek yaşam gücü ve enerjisi taşıyan pişmemiş çiğ meyve, sebze, yeşillik, bitkiler, filizlendirilmiş tahıl, tohum, kuru meyve ve kabuklu yemişlerden oluşur. Güneş ışınları canlı besinlere yüksek elektron yükü iletir ve Güneşe mahsus spiritüel elektrikle yüklenen bu canlı besinleri yiyerek Güneşin elektronlarını almış oluruz. Bu besinler beden hücrelerine fayda sağlamak üzere Güneş enerjisi ile yüklenir; onun için bu besinlerdeki yüksek spiritüel elektrik iyileştirme gücüne sahiptir. Hem de elektrik yükü ile bedene giren canlı besinler ve insan hücreleri arasında oluşan çekim ve özümseme yiyeceklerdeki besinlerin emilimini kolaylaştırır. Bu yaşayan canlı besin şekline ''Güneşle Beslenme'' de diyebiliriz. Bu çiğ besinler gerçek yaşam gücünü ve enerjisini taşırlar ve biz bu çiğ besinleri özümsediğimizde taşıdıkları yaşam gücü bize geçer ve hücrelerimize hayat getirir.
  İşte, ''Yaşamak için ye!'' sözünün önemi buradan kaynaklanmaktadır. Beslenmek bizim için bir yaşam kaynağı olmalı, yani her öğünden sonra yaşam gücüyle dolup hayat dolu hissetmeliyiz. Ben kendi tecrübemden biliyorum, nadir de olsa, pişmiş ağır bir yemek yediğim zamanlarda, yemekten hemen sonra kendimi yorgun ve bitkin hissedip dinlenmeye ihtiyaç duyardım. Ama buna karşın, yaşam gücü taşıyan gıdalar içeren (örneğin, meyve veya çiğ sebze ve yeşilliklerden oluşan) bir öğün yedikten hemen sonra kendimi daima canlı, enerji dolu ve hayat dolu hissederim. Yaşam gücünü, çiğ pişmemiş besinler, güneş, temiz hava ve doğada bulabiliriz, bu da en temel ihtiyacımızdır! Ve bütün yaşam gücünü taşıyan bu besinler hayata karşı daha pozitif ve sevgi dolu bakmamıza da yardımcı olur.
Çiğ beslenmek, başka bir deyişle, hayatımıza daha çok canlı çiğ besinler katmanın birçok nedeni var. Örneğin, eğer hayatınızda yeterince neşeli, güvenli ve tatmin olmuş hissetmiyorsanız; bedeninizde güçsüzlük, yorgunluk ve uyku sorununuz varsa; sinirliyseniz, güvensizseniz, korkularınız ve endişeleriniz varsa; başarısızlık duygusu yaşıyorsanız, sıkça depresyona giriyorsanız, devamlı kendinizi ve başkalarını eleştiriyorsanız; baş ağrısı ve migren sorunu yaşıyorsanız, hazımsızlık ve kabızlık yaşıyorsanız; cilt ve saç sorunlarınız varsa; hayatınız boyunca ilaç aldıysanız, halen ilaç kullanıyorsanız, ameliyat olduysanız; ayrıca bağımlılıklarınız varsa, hastalıklardan kurtulamadıysanız ve daha birçok olumsuz durumlar ve duygular içindeyseniz, çiğ beslenmeye geçmek için yeterince nedeniniz var demektir. Yaşam gücüyle yüklü olan çiğ gıdalarla beslenmek hem fiziksel, duygusal ve zihinsel bakımdan şifa sağlayıp bizi güçlendirir, hem de ruhsal anlamda da çabuk ilerlememize yardımcı olmasının yanı sıra, bu beslenme sistemiyle daha dinç ve güvenli bir biçimde yaptığımız her şeyde daha başarılı olmamıza da katkısı olabilir.
Bu gıdalar aynı zamanda enzim taşıyan temiz besinlerdir. Bu temiz besin sistemi vücudumuzun içini de temizler ve temiz tutar. Yani aslında 40-45 derecenin üstünde pişmiş besinler enzimleri ölmüş ölü besinlerdir. Örneğin bir tohumu alıp bir kaç dakika bile pişirseniz onu toprağa ektiğinizde çimlenmez, çünkü pişirmeyle yaşam enerjisini kaybeder ve enzimleri ölür. Yaşam gücümüzün, enerjimizin ve kuvvetimizin güçlenmesi için yaşayan besinlere ihtiyacımız var. Yaşayan besinlerde, yani özellikle çiğ meyve, sebze, yeşillik, bitkiler, filizlendirilmiş tahıl, tohum, kuru meyve ve kabuklu yemişlerde olan enzimler, vitaminler, antioksidanlar, mineraller, oligo-elementler ve birçok besin değerleri asıl vücudumuzdaki hücreleri besler. Bu yaşam gücü ve enzim taşıyan bu gıdalar, mideyi hiç yormayan, mideden yumuşak geçen ve kana yavaş karışan tek besinlerdir. Çünkü besinleri sindirebilmek için enzimlere ihtiyacımız vardır, enzimler besinlerin sindirimine yardımcı olur. Doğa her insana doğum sırası ve bebekliğinde ilk dişlerinin çıkmasından sonra, tüm beden sistemlerini hayat boyu korumak için çalışacak gerekli enzimleri sınırlı miktarda verir. Fakat diğer yedek kaynakları da -örneğin sindirmek için yediğimiz-, enzim içeren besinlerden sağlamamız gerekir. Aksi takdirde, pişirilerek enzimleri ölmüş yemekler yediğimizde bunların sindirebilmesi için vücudumuz kendi enzim kaynağından, yani bezelerden, kaslardan, sinirlerden ve kandan aşırarak sindirim sistemine yardımcı olur. Ve bu alanlardaki enzimlerin giderek azalması da erken yaşlılık işaretlerinin ve hastalığın gerçek sebebidir.
  Birçok bilim adamının da inandığına ve Dr. Edward Howell’in tıbbi araştırmalara göre, alerjiler, deri hastalıkları, kalp rahatsızlıkları, erken yaşlanma, obezite, birçok kronik hastalıkta ve bazı kanser türlerinde de enzim eksikliğinin etkileri görülmektedir. Bu canlı besinlerin içindeki enzimlerin tedavi edici gücü kesin olarak kanıtlanmıştır ve bunlar bedeni temizleyip, iyileştirecek ve yeniden yapılandıracaktır. Pişmiş, kızarmış ve yüksek protein içeren birçok yiyecekte kanserojen maddeler olduğu araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Kanseri önlemek ve savaşmak için en önemli faktörlerden birisi de, pişirme işlemi sırasında kaybolmuş olan enzimlere ve de canlı meyve sebzelerde bulunan antioksidanlara bedenin ihtiyacı olduğudur. Yiyecekleri pişirmek ayrıca vitamin ve mineralleri de yok eder ve vücudun özümsemek için kendi vitamin ve mineral kaynağını tüketmesine neden olur. Ve bunun yanı sıra, pişirme işlemi yiyeceklerin besleyici değerlerini yok edip, RNA ve DNA yapılarını da bozar. Ayrıca yiyeceklerin pişirilmesi çok sayıda serbest radikal oluşturur. Serbest radikaller, bir elektronunu kaybetmiş olan moleküllerdir; bunlar aslında bağışıklık sisteminin yabancı maddeleri bedenden atmasına yardımcı olmak için yabancı bakterileri ve bedene giren diğer saldırganları öldürür, aynı zamanda da kan akışının kontrolüne katkıda bulunurlar. Bu serbest radikallerin verimini korumak ve dengede tutmak için bedenimizin savunma sistemleri vardır. Serbest radikaller kararsız molekül yapısına sahip oluşumlardır ve miktarı çok arttığında aktif hale geçip, bütün bedeni dolaşarak canlı hücrelere zarar vererek, erken yaşlanmaya, kalp hastalıklarına, bağışıklık sisteminin zayıflamasına, alerji, diyabet, kanser, arterit, eklem iltihabı, katarakt ve daha birçok ciddi hastalığa sebep olurlar. Bu serbest radikal oluşumlarına karşı savaşacak ve bedeni koruyacak olan da, canlı besinlerde doğal olarak bulunan antioksidanlardır. Antioksidanlar en güçlü ve yoğun halde, pişmemiş meyve, sebze ve filizlerde bulunurlar. En bilinen antioksidanlardan biri olan Beta-Karoten en çok portakal, domates, kayısı, kavun, karpuz, kiraz, nar, mango, ıspanak, kırmızıbiber, havuç, tatlı patates, kabak, brokoli, kereviz sapı, marul, fesleğen, kişniş, maydanoz, kıvırcık lahana ve karalahanada bulunur.
Dünyadaki bütün canlılar arasında hiç bir canlı insan gibi hasta olmuyor (bizimle birlikte yaşayan ve beslediğimiz evcil hayvanlar dışında). Ve yalnızca insan yemeğini pişirip besin değerlerini yok ediyor, bütün vahşi hayvanlar ise çiğ beslenip bizden daha sağlıklı ve çok daha enerji dolu bir yaşam sürüyorlar ve en zor yaşam şartlarında bile dayanıklılık gösterebiliyorlar!
  “Her insan sağlıklı veya sağlıksız olmayı kendi oluşturur” demiş Buda. Hiç bir hastalık rasgele oluşmuyor. İlaçlarla anlık rahatlama sağlanabiliyor ama hiç bir zaman kendimizi tam derinden iyileştirmiyoruz. İlaçlarla hastalıklarda yalnızca yüzeysel bir tedavi sağlanabiliyor. Ayrıca da alınan her ilaçla bedene kimyasal toksin birikimi yüklemiş ve bağışıklık sistemini de iyice zayıflatmış oluyoruz. Bu yüzden de, sonradan daha yoğun veya başka şekillerde hastalıklar ortaya çıkabiliyor. Hastalık ancak toksin ve mukus dolu, tıkanmış kirli bir bedende var olabilir. Virüsler ve mikroplar vücudumuzda ancak bir bahaneyle, yani vücutta toksinler ve mukuslar olduğu sürece barınabilirler. Kötü beslenme ve hastalıklar arasındaki olan bağı artık tüm dünyada bilimsel olarak da kanıtlanmıştır. Bedenimiz bu toksinler ve mukuslardan arındıkça, vücudumuzun kendi kendini iyileştirebilecek bağışıklık sistemi o kadar güçlü olur ki, ne mikrop ne de virüs vücutta beslenip barınabilir. Çünkü virüs ve mikropların besinleri vücuttaki toksinler ve mukuslardır. Tıkanıklık da, yediğimiz ve sindiremediğimiz mukus oluşturucu ağır besinlerin birikimidir. Mukusun en fazla bedende biriktiği bölgeler de, dil, mide, tüm sindirim kanallarıdır ve bu tıkanma özellikle en fazla bağırsaklarda oluşur. İbn-i Sina da bu doğrultuda yaptığı son derece doğru bir tespitle''Esasen bütün hastalıklar yenilen ve içilen şeylerden ileri gelmektedir'' demiştir.
Bu bağlamda, tüm hayvansal ürünler,  tahıllar, beyaz şeker, kuru baklagiller, içinde kimyasal koruyucu maddeler olan hazır yiyecekler ve kimyasal ilaçlar sistemi tıkanıklığa neden olan asit oluşturucu ve sindirimi zor olan besinlerdir. Sindirimi zor olan bu asidik besinler uzun zaman midede ve bağırsaklarda kalarak fermente olup vücudumuzun içine yapışır ve sonra da pis kokular yayarak çürümeye başlarlar. Sonuçta da, toksine dönüşüp tüm vücuda zehir salgılayıp kirletirler. Zamanla da dışarıya atılamayan bu çürümüş yiyecekler bağırsaklarda katılaşıyor ve bağırsak duvarlarında katılaşmış bir plaka haline geliyor, aynen duvarlara kat kat sürülüp tabaka oluşturan kireç gibi. Bu da zamanla bağırsaklarımızın ve damarlarımızın tıkamaya başlamasına neden oluyor. Özellikle et ve tahıllar gibi besinler bağırsaklarımızda bir günden fazla hatta bazen bir kaç gün bile kalıyor. Bu da zaten en büyük hastalıklara sebebiyet veriyor. Prof. Dr. Arnold Ehret ''Şifalı Besinler ve Mukussuz Şifa Diyeti'' kitabındaki bir bölümde, Dr. Jaeger'in ''Hastalık kötü bir kokudur'' dediğinden bahsediyor.
 
  Vücudumuzdaki mukuslu besinlerden dolayı oluşan tıkanıklık yüzünden, tıkanmış kanımız hücrelerimize yeterince oksijen götüremiyor. Ve götüremediği için bütün diğer hastalıkların da sebebi oluyor. Sağlıklı bir şekilde hayatımızı sürmemiz için bedenimizin oksijenle beslemesi şart. İnsan kanına oksijeni taşıyan hemoglobinle, bitkinin 'kanı' olan klorofil ile benzeşirler. Bedenimize hayat veren oksijeni yalnızca canlı besinlerden ve temiz havayla alabiliriz! Yediğimiz diğer besinler hücrelerimizden bu oksijeni çalar ve kanser gibi hastalıklara kadar neden olabilir. Ayrıca, işlenmiş hazır yiyecekler oksijen içermez. Özellikle yüksek yağ ve proteine dayalı besinler oksijen miktarımızı önemli şekilde azaltır. Oksijen içeren yiyecekler piştiğinde oksijenlerini kaybederler. Yemeği pişirirken oluşan aroma oksijen moleküllerinin o yemeği terk ettiğinin fiziksel ifadesidir. Ama canlı besinlerle, özellikle çiğ meyvelerde ve klorofil dolu sebzelerde bedene sürekli yüksek miktarda oksijen kaynağı olur.
  Aslında hastalık diye bir şey yoktur, yalnızca dışarıya atılamamış, gereksiz ve sindirilmemiş besin parçalarıyla tıkanmış, mukus ve toksin dolu kirli bir bedenin sonuçları vardır. Prof. Dr. Arnold Ehret’in de dediği gibi, ''Hastalık bir tıkanmadır'' ve de ''Bunca yanlış beslenme ve bunca tıkınmaya rağmen hala yaşıyor olmamız bir mucizedir''. Bu tıkanmalar her insanın psikolojisine, beden yapıları, genetik yapıları ve yaşam tarzına göre farklı faklı yerlerde yoğunlaşıp, farklı ‘hastalıklar' olarak ortaya çıkar. Hayvansal ürünler, etler ve tahıllılardan oluşan bu çok fazla mukus ve asit oluşturucu beslenme şeklimizin yerine, yaşayan canlı besinleri çoğunluklu beslenmemize kattığımız zaman bunun sonucunda iyi ve hızlı bir sindirim sisteminin keyfini çıkarabiliriz. Bütün bu hastalıklar ve tıkanıklardan arınmanın tek yolu mukus ve asit yapmayan sindirilmesi kolay olan çiğ meyveler, yeşillikler, salatalar, sebzeler, çimlenmeler, kuru meyveler ve kabuklu yemişler yemektir. Bunun yanı sıra oruç da çok güçlü ve hızlı bir arınma, detoks ve iyileşme yöntemidir.
  Tabi ki yalnızca kötü besin alışkanlıkları değil, aynı anda da stres, üzüntü, şiddet, kıskançlık, kin ve nefret gibi olumsuz duygular da bedenimize asit verip zehirler ve hastalığa sebep olabilir. Toksin dolu bir vücutta bu tür duygular daha kolay var olduğu gibi, arınmış bir beden ise negatif duyguları kontrol etmemize yardımcı olur ve de sevgi ve huzur yolculuğunda daha çabuk ilerlememize yardımcı olur. Örneğin et yemekleri vücutta amonyak bırakır ve amonyak da şizofreni ve akıl hastalığına yatkın insanlarda ruh hastalıkları oluşması riskini daha da çoğaltır.
  Beslenmenin yanı sıra egzersiz de çok önemli, insanın vücudunu hareket ettirmeye ihtiyacı var. Çocuklara bakın, onları bıraksanız bütün günü koşarak, zıplayarak geçirirler. Aslında bizim de onlar gibi olmamız gerekir. Büyüyüp zamanla bu enerjiyi kaybetmemiz yine yaşam gücü taşımayan besinlerle beslenip, vücudun yorulmasından kaynaklanıyor. Yağları yakmak, vücudun arınmasına yardımcı olmak, enerji ve neşe sağlamak için egzersiz şart. Ayrıca yoga, dans ve başka fiziksel egzersizler yapıyorsanız çiğ beslenme sistemi daha fazla güç ve esneklik vererek, sizin bu alanlarda daha hızlı ilerlemenizi sağlayacaktır.
  Kanımızın kusursuz temizlikte olması için doğal meyvelerin şekerine ihtiyacı vardır, yani karbonhidratın en gelişmiş şekli ve adı kimyasal olarak glikoz veya früktoz olana. Bu şeker olgun meyvelerde bulunduğu gibi daha basit şekliyle salata ve sebzelerde de bulunur. Kanımızın bileşimi için beslenmek en temel ihtiyaçtır. Hücrelerimizin yaşamı kanımızın kalitesine bağlıdır. Kaliteli bir kan da ancak arınmış bir vücutta var olabilir. Sistemimizdeki bütün kan hücreleri besin taşıyıcıdır ve aynı anda da atık toplayıcıdır. Her bir hücrenin bizim için görevini günde 24 saat aralıksız, durmadan, yorulmadan yapabilmesi ve fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için doğru şekilde beslenmesi şarttır. Başka bir deyişle, gençleşmek, genç kalmak ve beden sistemimizin iyi çalışması ve temiz kalması için kan akışının ve kalitesinin en yüksek potansiyelinde olması gerekir. Çeşitli diğer hücrelerimiz doğru dürüst beslenemediğinde erken yaşlarda yaşlılığın izleriyle ve hastalıklarla karşılaşırız. Bunun için de, yalnızca doğal, canlı, yaşayan, organik besinler yiyerek ve içerek kan hücrelerimizi doğru şekilde ve tamamen besleyebiliriz. Dr. Norman W. Walker ''İyi ve saf bir kan bankadaki para gibidir, bundan dolayı kanımızı kirletmemeli, harcamamalı ve ateşe atmamalıyız” demiş.
  Sağlıklı sindirim sistemine sahip olan bir beden sağlıklıdır ancak, sindirimi kolay ve bağırsaklardan çabuk dışarıya atılan canlı besinler, aynı zamanda vücudumuzu toksinlerden ve mukuslardan arındırır. Yemekleri iyi çiğnemek de iyi sindirim yapabilmenin önemli bir parçasıdır. Özellikle meyveler neredeyse tamamen ağızda sindiriliyor. ''İçeceklerinizi çiğneyin ve gıdanızı da için” demiş Gandi. Beden arındıkça, bedenin özümleme sistemi daha verimli bir hale gelir. Arınmış temiz bir beden havanın azotundan bile beslenip yararlanabilir. Mineral, vitamin, birinci kalitedeki proteinler ve bedenin büyümesi gelişmesi için başka gerekli maddeleri taze meyveler, yeşil sebzeler ve çeşitli kabuklu yemişlerde buluruz. Bu doğal beslenme biçimi bedenimizi, organlarımızı yeniden inşa eder ve bütün hücrelerimizi de gerçekten besleyip doyurduğu için onlara sağlık ve canlılık kazandırır; ayrıca zihinsel ve moral kusursuzluğa ulaşmamızı da sağlar. Hücreleri gerçekten beslenmemiş tüm insanların esasen aç olduklarını söyleyebiliriz. Aslında obez bir kişi en çok aç kalmış hücrelere sahiptir. Yani insanlar midelerini doldurup doyuruyorlar ama hücreleri hep aç kalıyor. Doymayan hücreler yüzünden de insan tatminsizlik duygusuyla daha fazla yeme isteği duyuyor. Dolayısıyla, hücrelerimizi gerçekten doyuracak olan besinin tüm canlı çiğ besinler olduğunun iyi anlaşılması gerekir.

  Ölü ve mukuslu yiyecekler vücudumuzdaki toksin birikiminin ve tıkanıklığının en büyük sorumlusu olduğunu ve bundan dolayı hücrelerimizin de yeterli beslenemediğini belirtmiştim, bunun yarattığı başka olumsuzluklar da, erken yaşlanma ve bunla beraber gelen yorgunluk, bitkinlik, halsizlik, dikkatsizlik, beyaz saç, kırışıklık gibi şeylerdir. Pişmiş-ölü yemekler, ölü-cansız bir enformasyon taşırlar. Canlı besinler ise hayat ve yaşam bilgisini bize aktarırlar. Ayrıca bunlar bizim duygularımızı ve hatta rüyalarımıza kadar bizi etkiler. Bilimsel olarak bile yaşlılığın bir anlamda bir hastalık olduğu kabul ediliyor. Hayatımız boyunca genç ve sağlıklı yaşamak için yaratıldığımıza inanıyorum. İnsanoğlu, sonradan yarattığı tamamen zihinsel bir besin sistemiyle bedenini kirletip, zehirleyip hastalıklı olma ve yaşlanma gibi sonuçları kendisi ortaya çıkarmıştır. Hâlbuki canlı ve yaşayan besinler bu toksin birikimleri temizler, tıkanıklıkları açar, hazım sistemimizi güçlendirir ve hücrelerimizi besleyip doyurur. Yaşam gücü ve enzim taşıyan bu gıdalarla arındıktan sonra, on yaş ve daha fazla bile gençleşmiş bir bedene sahip olabilmemiz olasıdır. Ve ayrıca fonksiyonlarını eskisinden çok daha iyi yerine getiren enerji dolu bir bedene kavuşabiliriz.
  Öte yandan, tabi ki yaşlanmayı tamamen durdurabilmemiz olası değil ama sağlıklı, dinç, enerjik bir şekilde bilgelik ve zarafetle olgunlaşmaya gidebilmek bizim elimizde. Bunun yanı sıra, canlı besinler insanı zihinsel olarak da daha verimli hale getirir, daha fazla odaklanmamıza yardımcı olur ve ruhen özgürleştirip aydınlığa kavuşturur. Temiz arınmış sağlıklı bir beden güzellikle, enerjiyle, neşeyle hayat dolu ışıldar ve hayatta doğru ve yanlışı daha net ayırt edebilmekle algılarımızı daha yüksek, daha dinç ve daha açık hissederiz. Zaten yemek zihnimizi tatmin etmek için değil, bedenimizi beslemek için olmalı. Aslında yemek aşılması en zor bağımlılıktır. Ama kötü beslenme alışkanlıklarımızı, iyi alışkanlıklarla değiştirmeye başladığımızda, şimdiye kadar hiç deneyimlemediğimiz yeni tatmin olma duyguları keşfedeceğiz. Ve bize zarar veren bu eski sağlıksız beslenme alışkanlıklarından da tamamen kopabildiğimizde, bunlar artık bize hiç çekici gelmemeye başlayacak. Bundan böyle beden içgüdülerimiz kendine gelip artık sağlıklı canlı yaşayan ve meyve türü besinlere yönelip sadece bunlara ihtiyaç duyacak ve onlarla tatmin olacak.
 Yiyecekleri pişirmek canlı besinlerin doğal aromasını, tadını ve rengini de yok ediyor. Güzel kırmızı bir elmayı alıp pişirdiğimizde hem rengi solar, kokusu ve aroması yok olur, hem de lezzetini kaybedip tatsız olur. Aynı şekilde, sebzeler ve diğer canlı gıdalarda da bu durumla karşılaştığımız için bu kaybolmuş tadı ve aromayı şeker, tuz ve baharatlarla güçlendirip arttırmak ihtiyacı duyarız. Pişirme işlemi sırasında besinlerin neredeyse tüm enzimleri, oksijeni, vitaminleri, mineralleri, aroması, kokusu, tadı kaybolur. Ve bu besin değerleri ve güzel aromalar pişen yemekleri terk edip havada kayboldukları için bizi beslemezler. Fabrikadan çıkma hazır gıdalara ihtiyacımız yok, toprak bize en doğal haliyle, güzel şekli ve tadıyla zaten ihtiyacımız olan tüm gıdaları sunmuş. Bunların en doğal halleriyle beslendiğimizde, besinlerin tüm özelliklerini ve değerlerini aldığımız gibi aynı anda da hastalığa yol açan sebeplerden bizi korur; hem de bize gerçek bir yaşam sevinci, neşe ve mutluluk sağlar. Toprak anaya güvenip ona kendimizi bırakmayı yeniden öğrenmeliyiz ki bedenimize şifa getirip bize en iyi şekilde bakabilsin! Yazar ve hijyenist beslenme uzmanı Albert Mosseri, “İnsanın kendi yemeğini üretmesine ihtiyacı yok, çünkü zaten doğa bunu insan için harika şekilde hazırlıyor'' demiş. 
 
  Şu bir gerçek ki, en iyi pişirme işlemini ve sunumunu zaten doğa bizim için yapıyor. Bu yaşayan canlı besinlere çiğ diyoruz ama aslında bu besinler 'Kutsal Güneş' tarafından özenle en mükemmel şekilde kusursuzca pişiriliyor. Güneş, doğanın bize sunduğu besinleri olgunlaşma kıvamına getirip hem tadı, hem de bütün besin değerleriyle bize en iyi şekilde faydalanıp tatmin olabilmemiz için hazırlıyor. En mükemmel aşçı olan 'Kutsal Güneş' in hazırladıklarının daha karmaşık düzenlemelere ihtiyacı olmadığı gibi, insan gıdasını pişirdiğinde ve işlemlerden geçirdiğinde bu besinlerin çoğunu faydasız hatta bedene zarar verecek bir hale getirir.
  ''Güneşle beslenme'' sisteminde yediğimiz saatlerin de çok önemi var. Güneşin olduğu saatler en iyi şekilde hazmettiğimiz saatlerdir. Öğlen 12:00 – akşam 20:00 arası sindirim sistemimizin çalıştığı saatler; akşam 20:00 – sabah 04 arası özümseme sistemimizin çalıştığı saatler; ve sabah 04 – öğlen 12:00 arası da bedenin ‘süzme ve temizleme’ sisteminin çalıştığı saatlerdir. Saatleri oturduğumuz yerlere ve yaz ve kış zamanlarına göre biraz değişebilir. Yani Güneş batmadan son öğünü yemek ve sabahları 12 den önce yediğimiz ilk öğünümüzün hafif olması doğal döngümüzü korumak açısından çok önemli! Bir de, iyi bir hazım ve bu hazım sürecinden en iyi biçimde faydalanabilmek için sindirim sistemine yüklenmememiz ve iyi bir hazmın gerçekleşmesine fırsat vermek gerekir. İbn-i Sina’nın bu konuda söylediği“Yemek yedikten sonra yenenler hazım oluncaya kadar başka bir şey yeme! Zira şifa yemeğin hazım olmasındadır. İnsanın sağlığını bozan, yemek üzerine yemek yemektir” şeklindeki önerisi çok doğrudur.
Sabahleyin vücudumuza verebileceğimiz en güzel armağan mide tamamen boşken onu bol meyveyle, meyve suları veya sebze sularıyla doyurmak olur. Meyvenin muhakkak tek başına yenmesi ve (çiğ sebze ve yeşilliklerin dışında) hiç bir yiyecekle karışmaması gerekir çünkü başka yiyeceklerin hemen arkasından yenildiğinde, fermente olup, vücutta alkol, asit ve gaz yapar. O zaman meyvenin faydası dokunmadığı gibi aksine zararlı olur, bu yüzden genelde insanların öğünlerinden sonra tatlı olarak taze meyve yeme alışkanlığı hazımsızlık gibi sindirim rahatsızlıklarına yol açıyor.
Bildiğimiz gibi, sindirilememiş besinler vücutta çürür ve toksin yapar. Bundan dolayı, meyveleri yemeklerden 1 saat önce veya iki saat sonra yemek en doğrusudur. Ama en güzeli sabah aç karnına meyve yediğimizde, meyvenin bütün yararları doğrudan kanımıza geçer ve biz de en optimum bir biçimde faydalanmış oluruz. Ve bedeni bütün gün için enerjiyle depolanmış oluruz. Örneğin ben her sabah şöyle bir metot uyguluyorum; çok erken kalkıp önce bir kaç saat meditasyona oturuyorum, yani ilk olarak ruhumu beslemiş oluyorum; sonra saf su içip ardından da limonlu su içerim, sonra biraz hareket-yoga yaparım ve ardından gerçekten acıkarak taze meyveli büyük bir içecek hazırlarım veya bir öğünlük taze meyve yerim. Böylece günüme güzel, enerjik ve pozitif başlarım. Tam 100% çiğ yiyemeseniz bile en azından sabahları meyve yiyip, öğlen ve akşam öğünlerinizin yanında her zaman salatalar gibi, canlı çiğ yemekler de katabilirsiniz, o zaman sağlıklı bir yaşama önemli bir ilk adım atmış olursunuz.
  Ancak, “Güneşle Beslenme” sistemine çok ani bir geçiş yapmak doğru olmaz. Eski beslenme biçimimizi çok hızlı ve ani bir şekilde değiştirirsek yeni beslenme biçimimizin kalıcı olma şansını zorlamış oluruz. Dolayısıyla sağlıklı ve daha kolay bir geçiş için ilk adımlar önce ‘vejetaryen’ olmakla yani et ürünlerini kesmekle başlar. Bedenimizin sesini dinleyerek belirleyeceğimiz bir süre sonra da ‘vegan’ olmaya, yani süt, peynir, yoğurt, yumurta vs. gibi tüm hayvansal ürünleri, kesmeye geçilir. Sonradan da daha hijyenik bir beslenme sistemine geçiş yapılır, yani bu aşamada tahıllar, beyaz şeker, kızartmalar ve kuru bakliyat bırakılır (çimlendirilmiş kuru bakliyat yenebilir). Ondan sonra da, zamanla istenirse daha çok çiğ beslenmeye yer verilebilir ya da tamamen bu tür beslenmeye geçiş yapılabilir. Veya hijyenik beslenme sisteminde daha uzun kalmayı dilersek de sağlıklı bir yaşama kavuşulabilir. Bu yaklaşımla, geçiş aşamalarını yumuşak ve bizi zorlamayacak bir biçimde gerçekleştirmiş olduğumuz gibi, aynı zamanda, hem bedenin hem de zihnin alışkanlıklarını değiştirerek bunlardan daha rahat bir şekilde kopmayı kolaylaştırmış oluruz. Sonuçta, her eski yemek alışkanlığını usulca geride bıraktığımızda, onun yerine daha fazla meyve ve çiğ yiyecekler koymak beden için en sağlıklı olur.
  Tabi ki 70% - 80% çiğ beslenmeye adım attığınızda ve en toksik olan beyaz şeker, etler, hayvansal ürünle, beyaz un gibi mukus oluşturan tahıllar ve kuru bakliyattan uzak kaldığımızda, hijyenik beslenme yani daha temiz beslenmeye başlayıp arındığımızda çok daha sağlıklı ve rahatsızlıklardan uzak bir yaşama geçmiş oluruz. (Bu arada, baklagillerle ilgili olarak hatırlamalıyız ki, kuru bakliyatta çok miktarda protein ve azot olduğu için bu vücutta iltihap oluşmasına neden oluyor, ama aksine bunları çimlendirdiğinizde, içindeki fazla protein ve azot dönüşüme uğruyor ve bir anlamda sebze gibi oluyor; dolayısıyla çimlenmiş kuru bakliyat aksine yararlıdır. Ama eğer pişirmek istiyorsanız, önce çok az çimlendirip sonra pişirmek en zararsız pişmiş şekli olacaktır). Bazen yalnızca bir öğününüzü sırf çiğ beslenerek geçirmeyi deneyebilirsiniz, sonra yavaş yavaş alışınca ve kendinizi iyi hissedip hoşunuza gitmeye başlayınca, belki gündüzleri sırf çiğ beslenip, akşam 17: 00 'den sonra bir tek pişmiş öğün yemeye geçebilirsiniz. Bunu uyguladığınız zaman kendinizi çok iyi hissedeceğinize ve bu tarz beslenmeyi artık bir daha bırakmayacağınıza inanıyorum.  Kim bilir, belki sonradan sırf çiğ beslenmek isteyip, bundan çok da tatmin olabilirsiniz. Ama şahsen söyleyebilirim ki, yüzde yüz meyve yoğunluklu çiğ beslenme en mükemmelidir ve potansiyel olarak bizi en yüksek derecede sağlığa götürür.
  Meyveler kendi doğal halinde yiyebileceğimiz en güzel besindir. Doğru şekilde yendiğinde onlardan yararlanabiliriz. Aslında bedeni en çok temizleyip vitamin veren de meyvedir. En çok vitamin ve antioksidan da yine meyvelerde bulunur. Meyvenin hazmı bir saatten azken, etli pişmiş bir yemek yendiğinde hazım saatlerce bile sürebiliyor. Beden ancak hızlı sindirebildiğinde kendini temizlemeye verebiliyor, hücrelerini yeniliyor ve kanı arındırıyor ki cildimizi ve organlarımızı sağlıklı ve genç tutabilsin. Hazmı ağır yiyeceklerde beden bütün enerjisini sindirime verir ve yapması gereken fonksiyonlarını dolduramaz, bedeni arındırmaya temiz tutmaya vakti olmaz. Bol meyveli sağlıklı bir besin sistemine ilk giriş yaptığımızda vücut kendini belli bir süre yoğun bir temizliğe yani detoksa sokar. Bu süreç her kişinin beden kirlilik derecesine göre değişir. Yani ilk olarak bedenin, vücutta birikmiş eski artıkları atması gerekir. Detoks sırasında yorgunluk, güçsüzlük, baş ağrısı, kilo kaybı, ağızda kötü bir tat ve koku, iritasyon, karamsarlık, zihin bulanıklığı, koyu idrar, susuzluk gibi belirtiler de ortaya çıkabilir. Onun için diyetimizi değiştirmeye karar verdiğimizde bunu önce yumuşak bir geçiş diyetiyle yapmak beden ve zihin açısından çok daha kolay ve daha sağlıklı bir detoks sürecinden geçmemizi sağlar.
Aslında başlangıçtaki en büyük zorluk detoksun fiziksel yönü değildir, bunun geçici bir süreç olduğunun farkındalığıyla, detoksun güzel sonuçlarının izlerini her geçen gün daha fazla görerek ikna olabiliriz. Fakat en büyük zorluk aslında zihinsel detoks sürecinden geçmektir, çünkü yemeğe karşı olan duygusal bağımlılıklarımız bazen çok eskilere çocukluk günlerimize kadar dayanır ve o eski alışkanlıklarımızı değiştirmeye başladığımızda çeşitli duygularla yüzleşmeye başlayabiliriz; belki de uzun bir zaman süreci içinde bastırdığımız bazı duygularla bile karşılaşabiliriz. Ve genelde bunlardan kaçmayı ve bastırmaya alıştığımız için bunlarla yüzleşmek pek hoşumuza gitmeyebilir. Aslında bu beden ve zihin detoksu, aynı anda, her insanın yaşamış olduğu bazı tatsızlıkların izlerinden özgürleşmek ve hafiflemek için büyük bir şans. Daha doğal sağlıklı bir beslenme sistemini ve yaşam tarzını içselleştirip, temizlik sürecinden de geçmenin etkisiyle; rahatsızlıkların ve hastalıkların yok olması, enerji yükselişi, fiziksel enerji, güçlü odaklanma, rahat uyku, zihin açıklığı, gençleşme, yaşam sevinci, mutluluk, başarı, yaratıcılık, daha sabırlı olma, daha sevgi dolu olma, daha güzel ilişkiler kurabilme, kendine güvenin artması ve kendini sevmeyi öğrenmek gibi sonuçlar ortaya çıkıyor. Bunları ben de kendimde deneyimleyip gözlemledim. Doğanın ve yaratılışın vücudumuza verdiği en güzel özellik de detoks sırasında kendisini her zaman tekrar yenileyebilme şansıdır.
  İnsan içgüdüleri onu daha çok tatlı şeylere yöneltir. Doğduğumuz andan itibaren ilk aldığımız besin olan anne sütü çok tatlıdır. Ama asıl içgüdülerimizle bağlantıya girdiğimizde bu daha gerçek içgüdüler bizi meyvelere doğru götürür. Gerçek içgüdülerimizi ve tat alma duyularımızı zamanla, tuz, beyaz şeker ve kuvvetli baharatlar kullanarak nesilden nesile giderek iyice bozmuşuz. Meyve insanlığın başından beri hep vardı.   Ama tahıllar,  kuru baklagiller ve sütlü gıdalar en fazla on bin yıldan beri var. Antropolojik bir çalışma, meyvenin insan beslenmesinde temel ve önemli bir yeri olduğunu gösterir. Antropolog Dr. Alan Walker, araştırmaları sonucu milyonlarca sene önce bulunan fosil diş ve çeneden yola çıkarak, insanoğlunun geçmişin en büyük kısmı yalnızca ve tamamen frutaryen olduğunu, yani yalnızca meyve ile beslendiğini kanıtlamıştır.
  Bu demektir ki, yüz binlerce sene boyunca ekmek, peynir, pilav, makarna ve pasta gibi şeyler bulunmadan önce, meyve yüzbinlerce yıldan beri insanın temel yemeğiydi. Bu bilgilerin ışığında, evvelce dünyada yaşadığı birkaç milyon yılla karşılaştıracak olursak, insanın, dünyadaki varlığının yalnızca çok kısa bir süresini avcı olarak geçirmiş olduğu ortaya çıkmaktadır.
  Meyveler her zaman en sağlıklı, vitamin dolu ve besin kaynağı yüksek olarak kabul edilmesine rağmen insanlar çok az meyve tüketiyorlar. İnsanın beslenmesinde meyve ancak genelde yan yemek ve tatlı olarak yer alıyor. Fiziksel efor yapmak isteyenler genelde ekmek, makarna, et gibi ağır besinler gerektiğini düşünmekteler. Aslında hazmı ağır olan besinler hazmın gerçekleşmesi için vücuttaki tüm enerjiyi çekip kullandığından dolayı bedeni çabuk yorar. Hâlbuki meyvenin doğal şekeri vücutta enerjiye dönüşür. Meyve liflerle doludur ve en kolay sindirebileceğimiz besindir (yanlış besinlerle karışmadığı takdirde). Tam olmuş bir meyve bedenden çok az bir miktarda sindirim enzimi çeker, yani vücudu çok az yorar. Üstelik bunun güzel döngüsü, -diğer bütün canlı çiğ besinlerde olduğu gibi-, meyvenin vücuda tekrardan enzim yüklemesidir. Vücudun en önemli ve temel fonksiyonu besinleri özümlemesidir. Bu demektir ki, en yararlı vitaminli, proteinli, mineralli besinleri bile alsak, eğer vücudun özümleme kapasitesi azsa, bize yararlı olacağını zannederek aldığımız o besinlerin vücudumuza hiç bir faydası ve etkisi olmaz. Onun için besinlerle doğru karışımları yan yana getirmek çok önemlidir. Örneğin en kötü karışımlardan biri, meyveyi pişmiş bir yemekle, kahvaltıyla, ekmekle veya tahıllılarla beraber veya hemen sonra üstüne yemek. Bu kombinasyonda yenen meyve vücuda yarar yerine sadece asit oluşturur ve o yediğiniz öğünün de sindirimini bozup, midede fermente olup çürümeye başlar. O zaman da gaz, mide rahatsızlığı gibi problemler ve hastalıklar ortaya çıkar. Yani insanların düşündüğünün aksine meyvenin kendisi gaz yapmaz, yanlış karışımlarla karıştırdığımızda gaz yapar.
  Meyvenin başka özelliklerinden biri de çok su içermesidir. Bedenin su içermeyen besinleri sindirebilmesi için çok enerji harcaması gerekiyor, fakat çok su içeren meyve gibi besinleri beden çok kolay sindirebilir. Ve çok su içeren besinler hem kolay hazmedilir hem de içindeki su toksinleri atmaya ve bedenin temiz kalmasına yardımcı olur. Eğer yeterince su içeren besinler yemiyorsanız, yerine her gün çokça su içmeniz şart. Pişmiş besinler vücudumuzun suyunu çekip susuz bırakır, fakat taze meyve ve sebze gibi çiğ besinler tam tersine çok su verip vücut sistemimizi güçlendirir. Bedenimizin en çoğu sudan oluşur ve sürekli bedenimiz bu suyu atar. Bu bakımdan susuz kalmamak için günlük 2 litre su içmemiz tavsiye edilir, bu da aşağı yukarı sekiz su bardağıdır. Bunun yanı sıra hatırlamamız gereken önemli bir nokta da,  yemek yerken su içmenin besinlerin sindirimini engellediği ve durdurmasıdır; çünkü besinler mideye geldiği zaman mide bu besinleri parçalamak ve çok mikroskobik hale getirmek işlemi sırasında özel bir enzim salgılar, işte bunu yapan kuvvetli yoğun asidi sulandırmamak gerek. Eğer bu enzimi sulandırırsak besinlerin parçalanma işlemi olması gerektiği biçimde olmaz ve sağlıklı sindirim gerçekleşmez. Bunun sonucunda da mide sıcaklığında uzun süre kalan besinler midede çürür ve toksine dönüşür. Onun için, suyun yemekten 1/2 saat önce ve yemekten en azından 1 - 2 saat sonra içilmesi önemlidir.
  Bunun yanı sıra, meyve alkalin bir besindir. Et, balık, kuru baklagiller, tahıllar ve diğer hayvansal ürünler asidik besinlerdir. Meyveler güzel kokuları, formları, renkleri ve pozitif titreşimleriyle hem görsel hem ruhen bizi besler. Meyveler, uzun, sağlıklı ve mutlu bir yaşamın en önemli kaynaklarından biridir. Dünyamız önceden bir meyve cennetiydi fakat insanlar başka şeyler de yiyerek meyve tüketmeyi azalttılar ve bu yüzden giderek birçok meyve türleri yok oldu. Ve insanlar meyve yemeği azalttıkça maalesef meyveler giderek yok olma yolundalar. Onun için bol meyve yiyerek ve meyveyi daha çok talep ederek doğanın bize verdiği en güzel armağan olan meyvelerimizi kurtaralım. Böylece hep beraber tekrar meyve cennetine adım atabiliriz.
  Bu konularda bilgilenmekle bu bilgileri pratiğe geçirmek tabi ki çok farklı, ama bilgi edinmek ilk önemli adımdır, sonra zaman ve çabayla bilgilerimizi uygulamaya geçmeye çalışabiliriz. Bu yolda hata yapmak ya da başaramamak diye bir şey yoktur çünkü pozitif veya negatif her adım bir ilerlemedir ve hepsi öğrenmenin bir parçasıdır. Hayatta ne kadar düştüğümüz değil, ne kadar tekrardan ayağa kalkabiliyor olmamız bizi güçlendirir, başarıya götürür ve ilerletir. Hayatın kendisi zaten iniş ve çıkışlar üzerine kurulu, dolayısıyla düşüşler bizim eksikliğimizden dolayı gelen bir şey değildir. Yani hatalara düşmüşüz gibi hissetsek bile kendimize karşı hep yumuşak ve nezaketli davranmamız çok önemli. Ayrıca, hatalarımızın objektif biçimde farkına varmalı ama kendimizi ağır bir biçimde yargılamamalıyız. Hiç bir zaman ve hiç bir şekilde türlü aşırılıklara düşmeden yaşamayı öğrenmemiz şart. Benliğimize ve bedenimize en iyi gelecek yola dengeyi tutarak girip ilerlemek gerekir. Çünkü uç noktalarda yaşayarak dengeyi sağlayamayız ve bu yüzden düşüş yaşama olasılığımız yükselir. Sağlıklı bir yaşamın sırrı ilk olarak dengeyi ve huzuru bulmak ve bunu yaşamımızda daima uygulamaktır.
  Doğa, canlılığı, güzelliği, renkleri, neşesi, dinginliği, huzuru, sesi ve ışığıyla bize en güzel bir örnek olarak yansımakta. Aslında, farkında olmasak bile, biz de onun bir parçası olarak bütün bu özelliklere sahibiz. Bedenimiz ve hayatımızdan yalnızca biz sorumluyuz yani ona yalnızca biz en iyi şekilde bakabilir ve iyileştirebiliriz. Sağlığımızı ve hayatımızı bugünden itibaren daha çok bilgilenerek ve bilinçlenerek ele alabiliriz. Bu doğrultuda, canlı yaşam gücü taşıyan besinlerle eski beslenme alışkanlıklarımızı değiştirerek, bunun üzerimizdeki etkilerini incelemenizi ve bedenimizin verdiği sinyallere ve sesine uyanıp onu gerçekten dinlemeyi öğrenmenizi öneriyorum. Bedenimizin gerçek ihtiyaçlarıyla bilinçlice ilgilenmemiz kendimizi sevmeye başladığımızın bir yansımasıdır. Gerçekten doğru ve iyi beslenmiş sağlıklı bir bedenin içinde daha canlı, renkli, neşeli ve sevgi dolu güzel bir dünyanın kapıları kolay açılır. Ve o zaman hak ettiğimiz yaşam sevincini tekrar bulabilir, hayatımızın kalitesini artırır ve sonuçta kendimizin en iyisi olabiliriz.
  Bilinçli gayretlerimizin sonucunda doğamızın gerektiği gibi daha pozitif, daha neşeli ve yaşam dolu olabiliriz. Şu an belki çoğumuzun bedenleri daha en sağlıklı düzeyde olmayabilir ve bu bedenin taşıdığı ruh da henüz dilediğimiz kadar yüksek bir spiritüel bilince erişmemiş olabilir. Ama her bakımdan daha öte “iyileşmeye” doğru adımlar attığımızda, hem fiziksel, hem zihinsel, hem de ruhsal olarak dönüşebilir ve içimizdeki ışığı bulup varlığımızla ışıldamaya başlayabiliriz. Böylece, spiritüel anlamda güçlendiğimizde, karşılaştığımız tüm zorlukları başarıya ve bilgeliğe dönüştürme yeteneğini etkinleştirebilir ve sonuçta hayatı gerçek sevgiyle yaşamaya başlayabiliriz.   Gelin mutluluğu seçelim ve sonsuz bereketin ve sevginin olduğu o çok özel yerin bizi beklediğini unutmayalım.

Beğenebileceğiniz diğer yazılar

0 yorum

Yorumlarınız benim için çok değerli, şimdiden teşekkürler!